top of page

Kilit

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Leyal
    Elif Leyal
  • 7 Eki 2020
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 27 Kas 2020

Tam anımsayamıyorum. Zannedersem ilkokulun sonlarıydı. Yıllar önce Almanya’ya göç etmiş halamlar gelmişlerdi. Bana geriye çekip bırakınca hızla ileri fırlayan bir araba, ablama her tarafı pembe tüylü, görünce insanın içinde garip bir gıdıklanma hissi uyandıran bir günlük getirmişlerdi. Günlerce arabamla oynadım. Sonra çocukluk aklı işte, ablamın tüylü defterine merak saldım. Sakladığı yeri öğrenmek için fırsat kollarken bir gün tesadüfen ablamı, annemin ona hazırladığı çeyiz sandığına defterini koyarken gördüm. Kaç vakittir aklıma koyduğum defteri herkesin akşam namazını kılmaya durduğu bir vakitte gizlice yerinden çıkardım. Günlüğün iki kapağına minik bir asma kilit takılıydı. Elimi değdirmemle kilidin açılıp büyük bir gürültüyle yere düşmesi bir oldu. Sesine annem koştu. “Ablanın çeyizini mi kurcalıyorsun sen!” deyip olanca hıncıyla kulağımdan tavana kaldırdı beni. “Kısmetini kapatacaksın kızımın. Çeyiz bozuldu mu evde kalırmış fidan gibi kızlar. Senin ablana kastın mı var be!” Ben acı içinde kıvranırken zaten kilidinden kurtulmuş olan defter annemin ayaklarının dibine düştü. Annem defteri almak için eğildiğinde ben kıpkırmızı kesilmiş kulağımı ovalıyordum. Gürültümüze ablamla babam da koştu geldi. Ablam günlüğünü annemin elinde görünce tiz bir çığlık kopardı ama annem göreceğini görmüştü. Ablama bağırıp çağırmaya başladı. Neler

olduğunu anlamamıştım ama sıvışmanın tam zamanı olduğunu düşünüp kapıdan yavaşça süzüldüm.


Sonradan öğrendim ki meğer ablam bakkalın oğluna tutulmuş da günlüğüne onu yazmışmış. Ablamın gazabından korktuğumdan birkaç gün eve gitmeye cesaret edemedim, alt kattaki odunlukta uyudum. Günler sonra ablamın artık yatıştığını düşünüp ses çıkarmadan eve çıktım. Ablam elinde annemin oklavasıyla karşıladı beni. Kaçamadım, hazırlıksız yakalanmıştım. Ablam bir yandan dövüyor bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu “Nasıl açtın lan kilidi? Eminim kilitlemiştim ben onu. Anahtarı boynumdan mı aldın? Hem ne diye çeyizimi kurcalıyorsun?” O gün yediğim dayağın acısını hala hissederim. Ne zaman ablamla bunu konuşsak özür dilemeyi reddeder. “Senin yediğin dayağın iki katını hem anamdan hem babamdan yedim ben. Sana az bile ettim” der. O zamanlar bunun her şeyin başlangıcı olduğunu bilmiyordum.


Bundan bir ay kadar zaman geçmişti. Benim morluklarım iyileşmeye yüz tutmuştu.

Ramazan’dı. İftara az bir vakit kalmışken annem “İftarda yemeye iki pide al da gel” diye fırına gönderdi beni. Cebimdeki bozuklukları düşürmemeye çalışarak fırına doğru olanca hızımla gidiyordum. Tam caminin önünden geçerken Müezzin İhsan Amca bana seslendi. “Evladım gel de bir bakıver minarenin anahtarı şu taşın altında mı diye. Yine belim tutuldu, eğilemiyorum.” Mübarek ramazan günü nur yüzlü İhsan amcanın gönlünü hoş tutmak- ve tabi iftarı vakitlice yapmak- için ikiletmedim ve derhal yanına koştum. Anahtar orada değildi. “Allah Allah. Yine nerede unuttum acaba. Millet oruç açacak ben anahtar kaybediyorum. Olacak iş mi?” diye söylene söylene camiin içine anahtara bakmaya gitti. O sırada minarenin

kilidi dikkatimi çekti. Tam elimi uzatmıştım ki kilit hızla yere düştü. Korkuyla elimi geri çektim ve fırına doğru koşmaya başladım. Daha saniyeler önce sapasağlam olan kilit bir anda kırılıvermişti. Hayır hayır kırılmamıştı, açılmıştı. Pideleri alıp eve dönerken camiye bakmamaya çalıştım ama dayanamadım. İhsan Amca elinde anahtar şaşkın şaşkın yerdeki kilide bakıyordu. Hızla geçip gittim. Eve ulaştığımda “Allahu Ekber Allahu Ekber” nidaları gökyüzünde yankılanmaya başlamıştı bile.


Kaç gün kıvrandım kimselere söylemedim. Üçlere yedilere kırklara karışıyorum sanmasınlar diye. Ben bile delirdiğime hükmetmiştim iyice. Sonra dayanamadım anneme anlatıverdim. Kolumdan tuttuğu gibi Cinci Cemal’e götürdü beni. O da ağırlığımca muska verdi, sağıma soluma üfledi gönderdi. İyiden iyiye inanmıştım iyileştiğime. Bir müddet muskaları çıkarmadım boynumdan, yeni doğmuş buzağı gibi yalpalaya yalpalaya dolaştım ortada. Ne zaman bir asma kilit görsem hiç ilişmeden uzağından geçip gittim.

Liseye gidecek yaşa geldiğimde İstanbul’da askeri lise kazandım. Evden ilk kez ayrılmanın verdiği burukluk içinde İstanbul’a doğru yola çıktım. Bir süre ürkütücü kilit açma olaylarını kafamdan atmıştım. Artık muskalarımı da takmıyordum. Ama içimdeki merak da dışarı çıkmak için fırsat kolluyordu. Bir gün daha fazla dayanamadım ve spor salonunun her daim kilitli olan kapısını açmaya çalıştım. Melekem kullanmaya kullanmaya körelmiş olmalıydı ki birkaç deneme yapmam gerekti. Ama en sonunda kilit zarifçe avuçlarıma bırakıverdi kendini. Yurda kadar nasıl koştum nasıl arkadaşlarıma haber verdim hiç bilmiyorum. Şu kadarını hatırlıyorum ki müdür yardımcısı gelip topa el koyana kadar öyle güzel iki kale maç yapmıştık ki tadı hala damağımdadır. Okulun kel kafalı müdürü ve asık suratlı müdür yardımcısı Haftalarca kilidin açıldığını nasıl araştırdılar. Anahtarlara el sürülmemişti çünkü. Hepimizi bir bir sorguladılar ama hiçbir şey bulamadılar. Olay dosyası da böylece kapandı ama bu olay okulda bir efsane haline geldi ve nesilden nesile aktarıldı.


O günden sonra bu yeteneğim öğrenciler arasında hızla yayıldı. Dolap anahtarını kaybeden soluğu benim yanımda alıyordu. Artık bunu bir lanetten çok bir lütuf olarak görüyordum. Tabi bir süre sonra işi ticarete döktüm. Açtığım dolap başına 50 kuruş alıyor, o günün yemek parasını çıkarıyordum. Bereket versin o kadar çok anahtar kayboluyordu neredeyse hiç aç kalmadım. Bu bakımdan lise hayatımın oldukça eğlenceli geçtiğini söyleyebilirim.


Üniversiteye geçtiğimde artık bu benim için bir tutkuya dönüştü. Ne zaman boş kalsam gidip en kalitelisinden, en pahalısından bir asma kilit alıp açmaya uğraşıyordum. Kilit ne kadar büyükse açmam o kadar zor oluyordu ve o kadar zaman alıyordu. Ama pratik yaptıkça bu melekem daha da keskinleşti. Artık sadece asma kilitleri değil, çelik kapıların kilitlerini de açabilir hale geldim. Üniversite boyunca olukça geniş bir kilit koleksiyonu elde ettim. Antika asma kilitlerden son model elektronik kilitlere kadar her türden kilit vardı. Yalnız şu elektronik olanları hiç sevmiyorum. Kilitlerin prensibine ne kadar ters. Doğrudur, kilit bir şeyi korur, gizler. Ama bir zarafeti vardır o işin. Üzerinde yanıp sönen ışıklar, açılınca çıkardığı "bip bip" sesleri açma isteğimi deyim yerindeyse törpülüyor. En çok da antika kilitleri seviyorum. Şu bir gerçek ki, atalarımız kilit yapma konusunda bizden çok daha iyilermiş. Hele bir kilit vardı ki, başıma çok iş açtı ama onun için yaptığım her şeye değerdi.


Üniversiteden mezun olmuştum. İş aramaya başladığım zamanlarda gazetedeki ilanların arasına sıkışmış minicik bir haber dikkatimi çekti. Daha dorusu haberin resmiydi dikkatimi çeken. Lisede arkadaşlarla defalarca gezmeye gittiğimiz Gülhane’ye bir sergi açılmış. Fatih Sultan Mehmet’in fethinden önce burada yaşayan Bizanslıların eşyaları sergileniyormuş. Gazetedeki fotoğrafta büyükçe bir sandık vardı. Ama benim asıl dikkatimi çeken sandık değil üzerindeki asma kilitti. O nasıl bir şeydi Ya Rabbi. Şimdiye kadar gördüğüm en görkemli kilitti. Bir anda içerisindeki girift mekanizmayı hissetmek için derin bir arzu duydum. Günlerce ilk defa âşık olmuş 17’lik genç kızlar gibi dolaştım. Kafamı yastığa koyunca kilidi düşünüyor, rüyalarımda kilidi görüyordum. Uyanınca da aklıma ilk gelen o kilit oluyordu. İlkin direndim. Hayır, dedim kendime, bir kilit için yanıp tutuşmak da neymiş. Sonrasında daha fazla dayanmadım. Böyle sarhoş gibi olmaktansa gideyim göreyim, bari normale döneyim dedim. İlk fırsatta atladım gittim Gülhane’ye. Kilidi yakından görünce, normale dönmek şöyle dursun, yüreğimdeki ateş daha da alevlendi. Şimdi de dokunmak istiyordum. Hadi buyur. “Yok yok, kesin deliriyorum ben. Bu yaşta adamın yaptığı şeylere bak. Bir antika hırsızlığım kalmıştı zaten” diye söyleniyordum kendime ve içimdeki kilit aşkına lanetler savurdum. Yeminler ettim kendime. Bırakacağım artık bu mereti. Başka kilit yok artık. Hele bir şu kilidi elime alayım…


Operasyonum bir gece gün batımıyla başladı. Kaç gündür evde hasta taklidi yapıyor, yataktan çıkmıyordum. Annemler -zaten İstanbul’a taşındıklarından beri yaşlarına aldırmadan o semt senin bu semt benim dolaşıp duruyorlar, eve geldiklerinde yatsıyı kılıp oyalanmadan yatıyorlardı. Beni umursamayacak kadar köyde geçen bir ömrün acısın çıkarmakla meşgullerdi- benden şüphe etmesinler diye kat kat yorganlara bürünmüştüm günlerdir. Annemler yatar yatmaz sessizce kapıdan süzüldüm ve günlerdir burnumda tüten Gülhane’ye yola çıktım. Dersime de çalışmıştım hani. Gece vakti olunca sergideki eşyalar depo gibi bir yere kapatılıyormuş. Başına da bir nöbetçi dikmişler. O kadar antikanın güvenliğini böyle sağlıyorlarmış. İşime geldi tabi. Oraya vardığımda sözde güvenlik kim bilir kaçıncı rüyasını görüyordu. Yanında yastığını bile getirmiş. Madden çok değerli bir şey yok zaten serginin parçaları arasında. Benim kıymetlim hariç.

Deponun kapısını gıcırdatmamaya çalışarak yavaşça geçebileceğim kadar araladım ve içeri süzüldüm. İşte oradaydı. Üzerine deponun minik penceresinden ay ışığı vuruyordu. Bir karış büyüklüğünde bir asma kilitti bu. Muhtemelen pirinçti. Ama tunç ya da bakır da olabilir tam emin değilim. Üzerinde işlemeler vardı. Biraz daha yaklaşınca iki kalın damar gibi birbirine dolanmış iki yılanın kilidin üst kısmından başlayıp anahtar deliğine uzandığı fark edilebiliyordu. Yılanlardan birinin kafası zamanla aşınmıştı ama diğeri biraz daha içte kaldığından olsa gerek hala keskin hatlara sahip idi. Yılanın gözleri üzerine vuran ay ışığının da etkisiyle parıl parıl parlıyordu. Her an canlanıp üzerime atlayacakmışçasına tehditkâr, ama bir o kadar da sakin ve temkinli. Derisindeki işlemeler öyle detaylı ki neredeyse başından kuyruğunun bitimine kadar her bir pul sayılabilecek kadar belirgindi. İçimden bir şey, beni sürekli zorluyordu. Hadi, diyordu, yap artık. Elimi kaldırıp hipnotize olmuşçasına kilide uzattım. Yavaşça yılanlara dokundum. Ama kilit açılmak şöyle dursun gevşemedi bile. Dürüst olmak gerekirse bu biraz şaşırttı beni. Ama yeteneğime güvenim tam olduğundan bir kez daha denedim. Kilitte yine tık yok. Bir kez daha. Artık iyiden iyiye korkmaya başlamıştım. Saydım. Tamı tamına 196. seferde -ben tam ayakta uyumaya başlamışken- kilit gürültüyle yere düştü. Yerimde sıçradım. Her seferinde kilit yere düşüyordu ve ben here seferinde tekrar bu aptallığı yapıyordum. Belli işte kilit düşecek koysana elini altına. Ama yok ben illa düşüreceğim o kilidi, toplayacağım bütün polisleri buraya. Kendimle kavga etmeyi bırakıp derhal orayı terk etmem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Eve varıp kendimi yorganların altına atana kadar ölüp ölüp dirildim. Yorganın altına girer girmez yorgunluktan uyuyakaldım zaten.

Sabah babamın dürtmesiyle uyandım. “Kalk lan artık. Saat kaç oldu hala yatıyorsun. Sabah kahvede konuşuyorlardı. Biri gavurların kilidini çalmış. Sen misin lan o?” Gözlerimi ovuştururken kilidi sakladığım yere kaçamak bir bakış attım. Tam itiraz etmek için ağzımı açmıştım ki annem benim yerime babama cevap verdi. “Rahat bırak çocuğu be sende. Görmüyor musun kaç gündür hasta. Bu halde kalkıp bir de hırsızlık mı yapacak? Aklını mı kaçırdın sen? De haydi, yemek hazır.” O gün tüm televizyon kanalları, tüm gazeteler beni konuştu. Sandığın kilidini çalıp içindeki paha biçilemez antika altın paralara dokunmayan adam olarak tanıyordu tüm Türkiye beni. Altınların orada olduğunu bilmiyordum. Bilseydim de almazdım. Hırsızlık bana yakışmaz. Tanınmış arkeologlardan bir kadının bu konuyla alakalı verdiği bir röportajı dinledim. “Kilidi alan her kimse tutuklanmaması için her türlü yerel kuvveti harekete geçireceğime söz veriyorum. Yeter ki bizimle bir görüşmeyi kabul etsin. Sergiden önce aylarca uğraştık o kilidi açmak için. Arkeologlar için tarif edilemez bir iyilik olur bu!” Ben gitmedim elbette. Korktum. Hapse gireceğimden değil. Kilidi benden alacaklarından korktum. Sonradan öğrendim ki sergiyi bir müzeye yerleştirmişler. O güvenlik görevlisi de işten atılmış. İsabet olmuş.


Sahte hastalığımdan iyileşir iyileşmez ilk işim ayrı eve çıkmak oldu tabi. Annem çok karşı çıksa da yalvar yakar kendi evime sahip oldum. Bodrum katta küçük bir apartman dairesiydi ama bana ve artık sayısı 3 basamaklılara çıkan kilitlerime yetiyordu. Koleksiyonumun en değerli parçası tartışmasız yılanlı kilitti. Her gün düzenli siliyor, parlatıyordum. Borca da girdim. Kendime İstanbul’un en sevimli semti Üsküdar’dan kilitlerime yaraşır bir dükkân aldım. İlk başta dükkanıma gelip giden insanlar çok garipsediler. “Nasıl yani? Anahtar satmıyor musunuz? Sadece kilit mi?” Zaman geçtikçe alıştılar. Kilitlerimin ünü öylesine yayıldı ki kilit denince akla ilk benim kilitlerim gelir oldu. Yıllar içinde Rabbim nasip etti de ikinci, hatta üçüncü dükkanımı da açtım. Biri Beyoğlu’nda, biri Kartal’da. O dükkanlarda da anahtar satılmıyor tabi. Anahtar sevmem ben. İnsanlar kilitlere güç yetiremedikleri için anahtarlardan medet umuyorlar. Zaten kilitlerin girift mekanizmasının sırrına ermek herkese nasip değildir ama ilk zorlukta da anahtara sığınılmaz ki canım.


O sıralar annem vefat etti. Arkasından da üzüntüsüne dayanamayıp babam vefat etti. Mürüvvetimi göremeden göçüp gittiler. Annem hep derdi bir evlendiğini göreyim gözüm açık gitmem. Hiç evlenmedim. En azından annemin kast ettiği tarzda bir evliliğim düğünüm olmadı . Ninem hep derdi ki “Kilitlerle çok uğraşan kısmetini kilitlermiş oğul” Belki kendi kendimin kısmetini kilitledim belki kısmetlerim kilitlerden korkup kaçtılar. Bilmiyorum. Birazdan annemlerin cenazesine gideceğim. İki tane kilit yaptım onların hatırasına. Biri irice ve güçlü, hakiki çelikten; diğeri biraz daha zarif ve ince işlemeli, pirinç tunç karışımı bir şey. Onlara son hediyem olacak bu. Aile mezarlığına konulacak iki yeni mezar taşının kenarına

iliştirilecek iki kilit. Yıllar içinda yağmur sularıyla paslanacaklar ve açılıp toprağa düşecekler belki. Yine de o zamana kadar oğullarının kilitlere adanmış ömrünün sembolü olarak kalacak başuçlarında...

Comments


Yeni Yazılardan Haberdar Olmak İçin:

Thanks for subscribing!

İki Satır Da Siz Bırakın

Yakında Görüşürüz!

Tüm hakları saklıdır İzinsiz kopyalanamaz.

bottom of page